-->
Logo

En Yeniler

SAFAHAT’TA SANATA AİT UNSURLAR ÜZERİNE BİR İNCELEME

SAFAHAT’TA SANATA AİT UNSURLAR ÜZERİNE BİR İNCELEME
(A Research About Artistic Elements in Safahat)




Özet

Mehmet Âkif, yaşadığı devrin siyasî ve sosyal hayatını çok başarılı bir şekilde işlemiştir. Bu yüzden, daha çok bu yönüyle değerlendirilmiştir. Safahat isimli şiir kitabında, sanatı ve edebiyatı değerlendirmiştir. O sanatta kolektif bir ruh arar. Bu ruhu kısmen Osmanlı mimarîsinde gördüğümüz kanaatindedir. Bizde güzel sanatlar hep eğlence tarafı ile ele alınmıştır. Bu yanlıştır. Sanatın bir gayesi olmalıdır. Sanat, insanın ve toplumun yükselmesine hizmet etmelidir. Bunun gerçekleşmesi için ilim ve sanat adamlarına önemli görevler düşmektedir.

Anahtar kelimeler: Mehmet Âkif, Safahat, sanat, toplum

Abstract

Mehmet Âkif has performed political and social life of period that he lived very succesfully. So, especially, he is evaluated with his this respect. İn his poet book named Safahat, he evaluates the art and the literature. He looks for a collective spirit in the art. He believes that this spirit is seen in Ottoman architecture partially. İn our country, generally, the fine arts are performed with amusing respects. This is wrong. The art should has an aim. The art should serve to promote the human and society. From this point of view the scientist and the artists have important duties.

Key words: Mehmet Âkif, Safahat, art, society

I.Giriş

Edebiyat araştırmalarında üzerinde çok fazla durulan Âkif’in sanat hakkındaki düşünceleri, daha çok edebî anlayışının içine sıkıştırılarak verilmiştir. Ney üfleyen, güzel sesli insanları dinlemekten büyük bir zevk aldığını söyleyen Âkif, birçok şiirinde diğer güzel sanatlarla ilgili düşüncelerini belirtmiştir.

Safahat, 1911’de başlayan ve sonuncusu 1933’de yayınlanan yedi eserden meydana gelmiştir.1 Kitapta çeşitli vesilelerle mimarî, musiki ve resim gibi güzel sanat kollarıyla ilgili düşüncelerini açıklayan Âkif’in sanata bakışını ortaya koymayı amaçlayan bu çalışma, Safahat’ı hareket noktası olarak almaktadır. 2

II. Sanat

Safahat’ta mimarî, tiyatro, resim, roman, şiir, musiki gibi güzel sanat kollarıyla birlikte; Safahat’ın birçok yerinde sanat, sanat-eğitim, sanat-ilim, sanat-millet, sanat-din ilişkileri değerlendirilmiştir. Süleymaniye Kürsüsü’nde Süleymaniye Camisi’ni tanıtırken;

Göreceksin: o harîmin ebedî zıllinde,

San’atın rûhunu seyyal bulut şeklinde (s.157)3

diyerek, sanatta her şeyden önce kolektif bir ruh aradığını açıkça söyler. Fatih Camisi’nin de anlatıldığı Safahat’ın dördüncü kitabında, sanatta her şeyden önce millî bir kimliğin olması gereğini vurgular. Âkif, bunun mimarîde kısmen sağlandığı inancındadır. Fatih Kürsüsünde isimli eserinde Osmanlı mimarîsinin yanına, Batı tarzı mimarîyle yapılmış bir binayı anlattığı şiirinde bu düşüncesini daha net söyler:

Benim gözümle bakarsan: ne muhteşem! Ne mehib!

-O başka… Sorsalar üslûb için “şudur” denemez.

Asâlet olmalı san’atta evvelâ… Bu: melez!

Hayır, melez de değil… Belki birçok üslûbun

Halîta hâli ki, tahlîle kalkışılsa: uzun!

Necîb eser arıyorsan: Sebîle bak, işte…

Taşıp taşıp dökülürken o şi’r-i berceste,

Safâ-yı fıtratı şâhit ki: tertemiz aslı;

Damarlarında yüzen kan da, can da Osmanlı!

Görüp bu cûşiş-i san’atta rûh-u ecdâdı,

Biraz sıkılmalı şehrin sıkılmaz evlâdı! (243-244)



Sanatta, millîlik ve asaleti, sanatın vazgeçilmez gayesi ve özelliği olarak kabul ettikten sonra, sanatın sadece eğlence tarafının yanlışlığına dikkat çeker. Ortaoyunu, tiyatro ve sinemanın bizde bu şekilde görülmektedir. Çizgisi olmayan sanatların değişken olduğuna işaret eden Âkif, genelde bu tip sanatların güç kimde ise ona hizmet edeceği kanaatindedir. Âkif’e göre her dönemde bize hizmet edecek, sanata ve sanatkâra şiddetle ihtiyacımız vardır. Çünkü rengi ve kokusu bizim olan sanat, bu asırda her zamankinden daha fazla hizmet edebilir. Çağdaş Fransa ve Almanya’yı gerçekleştiren unsurlar arasında sanatın da sayılması bu yüzdendir:

Heriflerin, hani dünya kadar bedâyii var:

Ulûmu var, edebiyâtı var, sanâyii var. (s.289)

Asrın değiştiğinin farkında olan Âkif, sanatın bu asırda geçmiş dönemlerden daha fazla görevler üstlenmesi gerektiğine inanır. Bu yüzden öncelikli yapacağımız iş, sanat anlayışımızı değiştirmek olmalıdır:

Eşikten atlamak isterseler hayâta yarın

Beşikte duyduğu sesler gelir bu yavruların

Dokur ufukları üstünde bir serâb-ı kesîf,

Ki yırtarak çıkabilmek ümîdi hayli zaîf! (s.346)



Sanat anlayışının değişmesi, başka şeylerin değişmesini gerekli kılar. Bunların başında eğitim gelir. Çünkü hayatı, dünyayı, dini, insanlığı doğru algılayabilmenin yolu eğitimden geçer. Dünkü ve bugünkü eğitim Âkif’e göre bu noktadan uzaktır:

Bana dünyaya çıkarken “batacaksın!” dediler…

Çıkmadan batmayı öğren, ne kadar saçma hüner!

Ye’si ezber bilirim, azmi yüzünden tanımam;

Okutan böyle okutmuştu, beğendin mi, İmam?



Bir ışık gösteren olsaydı eğer, tek bir ışık,

Biz o zulmetleri bin parça edip çıkmıştık.

İki üçyüz senedir serpemiyor bizde şebâb;

Çünkü bîçârenin âtîsine îmanı harâb.

Hissi yok, fikri bozuk, azmini dersen: meflûc… (s.408-409)

Milleti böyle hissiz bırakan, iki-üçyüz senenin ihmalidir. Safahat baştan sona bu ihmalle hesaplaşır. Düne ait bu önemli tespitten sonra, sanatın bugüne ve yarına hizmet edebileceği vurgulanır. Ancak, böyle bir sanat farklı bir anlayışla vücuda getirilmelidir. Safahat’ın yedinci kitabı olan Gölgeler’i de ithaf ettiği ve “Şarkın yegâne dâhîsi” olarak gördüğü Şerif Muhittin Bey’e 4 yazdığı ve Safahat’ın daha sonraki baskılarına aldığı bir şiirinde yeni sanat anlayışını hayata geçirmek için Şarkın Amerika’da yaşayan bu “dâhî evlâdı”nı yurduna çağırır:

Yanık bağrında, yıllardır, kanar mızrabının yâdı,

Gel ey bîçâre Şark’ın, Şark’a küsmüş gitmiş evlâdı,

Zaman ıssız, mekân ıssız, görünmez kimse meydanda

Gel ey dâhî-i gâip san’atın pek bîkes arkanda.

Bütün cevvinde ölgün rûhu inler bir derin ye’sin,

Bu vîran kubbe yüksek bir figân ister ki ses versin.

Evet, yüksek, senin ûdun kadar yüksek figân ister

Gel ey Dâvud-u san’at Sûr-u Mahşerden nevâ göster!

Uyansın, gel ki, mızrabınla Şark’ın dalgın eb’âdı,



Gel ey Peygamberin fevk-al-beşer fıtratta evlâdı,

Bugün, bîçâre san’at bekliyor, bir senden imdâdı.

Gezen lâkayd ayaklardır bugün kudsî harîminde,

Nasıl nâ-mahrem izler var görürsün Şark’a bir in de

Melez, soysuz, şerefsiz parçalardan başka şey yok hiç;

Ne düşkün zevk-ı millî, besteler piç, şah-eserler piç.



Bu çöl tûfanlar ister cevv-i san’attan ki ürpersin,

Sen ey dâhîsi Şark’ın, yoksa bir yağmur mu beklersin?(s.559-560)



Âkif bizdeki sanat anlayışını eleştirirken “melez” ve “piç” kelimelerini sık sık kullanır. Bu iki kelime bizdeki sanatın mahiyetini açıklamak için yeterlidir. Yukarıya bir bölümünü aldığımız şiirinde anlattığı “bu vîran kubbeye yüksek bir ses” verebilecek sanatkârlar, öncelikle sanatı bu iki çirkin vasfından uzaklaştırmalıdırlar. Sanatımız ancak bu sayede ve büyük sanatkârlar elinde bir kimlik kazanabilir.

IIa. Sanatta gaye: Âkif’in gündeme getirdiği sanata ait tartışma konularından en önemlisi “sanatta gaye olmalı mı?” sorusudur. Âkif, özellikle Almanya’da gördüğü sanat eserlerinin, Çağdaş Almanya’nın oluşmasında temel görev üstlendiğini gördükten sonra, bizim sanatımızın hayatımıza ve insanımıza bu noktada hizmet edemediğini, amaçsız bir sanatın ve estetiğin olamayacağını söyler:

Ne çan sadâsı boğar san’atin terânesini,

Ne susturur medeniyet bu âhiret sesini.

Muhîtiniz ne acâyip muhît-i velveledâr:

Ki her gürültüsü bir başka intibâha medâr!

Sanâyiin ne var âfâkı tutsa demdemesi?

Bedâyiin de münevvim değil ki zemzemesi.

Ne mûsikînize girmiş uyuşturur nağamât;

Ne şi’rinizden olur târumâr fikr-i hayat.

Onun lisân-ı semâvîsi rûha söylerse;

Bununki rûh-u meâlîyi nefheder hisse.(s. 345)



Sanatın bir gayesi olduğuna inanan Âkif, bizim sanatımızın gayeden uzak durmasına itiraz eder. Bir bölümünü yukarıya aldığımız Berlin Hatıraları isimli şiirinde, sanatın bu topraklarda bir gayeye hizmet ettiğini fark eden Âkif, bizde amaçsız bir sanatın peşinde olanları, buraları görmeye davet eder.

Gelib de görmeli san’atta gaye var mı imiş?

“Hayır” denir mi ki: her gayenizde en müthiş

En ince san’atın esrarı yükselip duruyor,

Sizinki yüksele dursun biraz da gel bizi sor!(s.345)



IIb. Sanat ve taklit:Safahat’ın başka, düz yazılarında da sanatta taklide karşı çıkan Âkif,5 inşâ edildiği toprağın mânevi havasını teneffüs etmeyen sanata karşı çıkar. Fatih Kürsüsü isimli eserinde insanlara sanatın görüşünü aksettiremeyen ortaoyunu gibi sadece eğlenceye yönelik sanatı da eleştirir. Bu tip sanatları monoton ve sıkıcı bulan Âkif, Edirne Kalesi, isimli eserinde Edirne’deki Selimiye Camisi’ni dönemin bütün ihtişamını, bütün güzelliğini yansıtan bir güneşe benzetir. Çünkü, ancak kendi milletinin rengini ve kokusunu yansıtabilen sanatların milletlerin önüne ışık tutabileceği fikrindedir. Batı medeniyetinin geldiği noktada sanatın önemine işaret eden sanatkâr,6 Berlin’de edindiği bu ferdî tecrübe sayesinde Doğu-Batı mukayesesi yapar:

Beşikte her birimiz bir terânedir işitir,

Ki bestekârı tabiat değil de an’anedir.

Evet, bu an’anenin tellerinde mâzîmiz

Terennüm etse o parlak sesiyle razîyiz.

Fakat mefâhir-i ecdâdı nakleden “ana” tel,

Bakılmayıp da asırlarca kalmadan mühmel,

Ya büsbütün sağır olmuş, ya öyle paslanmış:

Ki hangi perdeye vursan, çıkan sadâ yanlış. (s.345)



Sanatımızın dünü ve bugününü bu şekilde özetleyen şaire göre bizim sanatımız gayeden uzaktır. Kısmen mimarîmiz o muhteşem dönemleri yansıtır. Diğer sanat kolları maalesef sanat ve ideal uyumundan yoksundur. Bunun gerçekleşebilmesi, bir kere o millette sanata ait coşkunluğun bulunmasıyla mümkün olacaktır. Yukarıya da aldığımız;

Bir ışık gösteren olsaydı tek bir ışık

Biz o zulmetleri bin parça edip çıkmıştık (s.409)



Mısraları, sanata ait bu coşkunluğun ancak eğitim vasıtasıyla olabileceği gerçeğini vurgular. Böyle bir anlayıştan asırlardır yoksun oluşumuz Âkif’in diliyle “melez” ve “piç” bir sanat anlayışını hayatımıza hakim kılmıştır.

IIc. Sanat-millet, sanat- ilim, sanat-din ilişkisi: Âkif’e göre sanat, toplumların yükselmesi ve yücelmesine hizmet eden çok önemli bir unsurdur. Türk tarihi bunun en güzel örnekleriyle doludur. Bir milletin kalkınabilmesi için beyin ile kalp, yani sanat ile ilim bir ahenk içerisinde olmalıdır. Bunu başarabilen toplumlar kalkınmanın önünü açmış olurlar. Âkif’e göre bizde olmayan işte budur:

O râbıtıyla giderken sizin teâlîniz:

Bu tefrikayla perişan bizim ahâlîmiz.(s.344)



Görüldüğü gibi bir milletteki ikiliğin ortadan kaldırılmasının yolu sanat ve ilmin ahengidir. Abbas Halim Paşa’ya yazdığı mektupta da yine sanatın hayata, ahlâka ve insana hizmet etmesi gerektiğini belirten Âkif, böyle bir sanatı ilimle iç içe görür. Bu tip bir yaklaşım “Fevkal beşerdir”, yani insanlığın üstündedir:

Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atini;

Veriniz hem de mesâinize son sür’atini.

Çünkü kaabil değil artık yaşamak bunlarsız;

Çünkü milliyeti yok san’atın, ilmin; yalnız,

İyi hâtırda tutun ettiğim ihtarı demin:

Bütün edvâr-ı terakkîyi yarıp geçmek için,

Kendi “mahiyet-i rûhiyye” niz olsun kılavuz.

Çünkü beyhûdedir ümmîd-i selâmet onsuz. (s.187)



Hersekli Arif Hikmet’e yazdığı bir şiirinde, sanatı, din ve milletle ilişkilendirir. Sanatın hem dine hem millete hizmet etmesini ister. Âkif’e göre böyle olmayan bir sanatın ne hayata ne insana hizmet etmesi mümkündür. Son dönemde dinini öğrenmemiş, hayatını aklı ve iradesine göre şekillendirmemiş insanımızın içine düştüğü durum biraz böyledir.

Öyle bir kavm ki dinlerse nevâ-yı ninni

Gibi dinlerdi onun zemzeme-i hikmetini!

Öyle bir kavm idi ki Âşık Ömer’i ezberler;

Sonra Kur’ân’ı sıkılmaz da yüzünden heceler.

Öyle bir kavm ki Köroğlu’na peygamber der;

Sonra peygambere birlerce hatâ nisbet eder!

Öyle bir kavm ki tahsîli tanır da bid’at;

Kara câhilliğe Sünnet gibi eyler hürmet (s.539)



Bizdeki bu hazin manzaraya karşılık, Almanya’da ilmiyle birlikte sanatını da geliştiren farklı bir ülke manzarası vardır.

Nüfûsunuz iki kat arttı, ilminiz on kat;

Uçurdunuz yürüyen fenne taktınız da kanat.

Zemîni satvettiniz tuttu, cevvi san’atiniz;

Yarın musahharınızdır, bugün değilse, deniz.

Terakkiyâtınız artık yetişti bir yere ki:

Maârif oldu umûmun gıda-yı müştereki.

Havâssınız yazıyorken avâmınız okudu,

Yazanların da okutmaktı, çünkü maksûdu.

Unutmuyordu beyinler süzerken âfâkı,

Nasîb-i nûrunu topraktan isteyen halkı.

Semâya çıkmak için yüksek olmalıydı zemin…

Bu i’tilayı siz evvelce ettiniz temin.(s.343)



“Beyin”le “kalb” i hem-âhenk edip de işleteli,

Atıldı vahdet-i milliyye sakfının temeli.

O vahdet işte bütün ihtişamınızdaki sır,

Cihâna ra’şe veren ses onun sadâlarıdır.(s.344)



Safahat’ın altıncı kitabı olan Âsım’da sanat-ilim ilişkisini incelerken sanatın, müspet ilimlerden ve naklî ilimlerden ayrı düşünülmemesi gerektiğini belirtir. İlim gibi sanatın da eğitimle geliştirilebileceğini söyler:

Beni gördün ya, şu ben kaç paralık şâirsem

Senin ilmin de odur, nâfile uğraşma, Köse’m (s.417)



Âkif, müspet ilimlerle güzelleştirilmiş, zenginleştirilmiş bir sanatın dinle de çatışmayacağını söyler. Gerek Fatih Kürsüsü gerekse Âsım isimli eserlerinde aslında sanatın da ilmin de dine hizmet ettiğini belirtir. Bugün sanatın da mârifetin de fenden ve akıldan yoksun olduğu için, insana hizmet edemediği kanaatindedir:

Beşer değil mi? Teâli de etse irfânı,

Nasıl kucaklayabilsin hârîm-i Yezdân’ı?

Evet, medâris, o vahdet-serâ-yı muhteşemin

Önünde: hürmetidir dîne her zaman ilmin.

Bütün şu kubbelerin mevce mevce silsilesi:

Huzûr-u Hak’ta kapanmış sücûd kafilesi! (s.246)



Bunun farkında olmayanlara karşı daha sert ifadeler kullanan Âkif, dünün mirasını iyi kullanamadığımızı söyler:

Oyup, sıçan gibi, her dört adımda bir kemeri,

Deden mi açmış o miskin kılıklı kahveleri?

Hayır, deden sana, bak, hastahaneler yapmış!

Yanında Mekteb-i Tıbbiyeler, neler yapmış! (s.246)



Dünün ışığından gerektiği gibi istifade edemeyen bugünün insanının geleceğe umutla yürüyebilmesi “ma’rifet” ve “fazilet” gibi iki kudrete sahip olmakla mümkün olacaktır. Şanlı geçmişimizde bu iki kudrete de sahip olduğumuzu vurgulayan sanatkâr, günümüzde en fazla buna ihtiyaç duyduğumuz kanaatindedir. İlmin ışığıyla gelişen bir sanatın en büyük kaynaklarından birinin din olduğunu belirten Âkif, bu kaynaktan istifade edemediğimiz taktirde, Batının emriyle yatıp kalkmak zorunda kalacağımızı belirtir:

Çünkü milletlerin ikbâli için, evlâdım,

Ma’rifet, bir de fazilet… İki kudret lâzım.



Bizler, edvâr-ı faziletleri cidden parlak,

Bir büyük milletin evladıyız, oğlum, ancak:

O fazilet, son üç asrın yürüyen ilmiyle,

Birleşip gitmedi; battıkça da ümmet cehle,



Garb’ın emriyle yatıp kalkmaya artık mahkûm;

Çünkü hâkim yaşatan şevket-i fenden mahrum.

Biz, evet, hasmımızın kudret-i irfânından,

Bînasîbiz de o yüzden bu şerefsiz husran.



Şimdi, sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir,

Göreceksin ki: bu millette fazilet en uzun,

En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,

Bir mübârek suyu var, hiç kurumaz: “Din-i mübîn. (s.242-243)



III. Sanat Eseri

Âkif bir sanat eserini her dönemde itibar görmesi gerektiğini, sanat eserinin kıymetinin ancak bu şekilde belirlenebileceğine inanır. Ne Eser Ne de Semer isimli şiirinde insanın kıymetinin kendinden sonra bıraktığı mirasla ilgili olduğunu söyler. Geriye kalanlardan en kıymetli olanlar ise ölümsüz olanlardır:

Dün beyinlerde kıyâmet koparan “hikmet”i al,

Bugünün zevkine sor: beş para etmez ciğeri!

Gündüzün, başları üzerinde gezen “şah-eser”in,

Gece şâyet, ararsan, mezbeledir belki yeri! (s.501)



Âkif, Safahat’ına almadığı Şarkın Yegâne Dâhî-i San’atine isimli eserinde sanatı ve sanatçıyı överek, milletimiz için gerçek kurtuluşun ancak bunlar vasıtasıyla olacağını ifade eder. Kurtuluşa vesile olacak sanatın nasıl bir disiplin içerdiğini Safahat’ın değişik yerlerinde söyleyen Âkif’in kısaca kastettiği sanat, içinde kolektif bir ruh, insanî bir gaye bulunduran sanattır. Böyle olmayan sanat çaresiz ve zavallıdır:

Gel ey Peygamberin fevk-al-beşer fıtratta evlâdı

Bugün, bîçâre sanat bekliyor, bir senden imdâdı. (s.559)



IV. Sanatçı

Âkif, Safahat’ta toplumda iyi gitmeyen şeylerle mücadele eder. Bunlardan biri de sanatçıdır. Bu yüzden gerek Safahat’ta gerekse makalelerinde Atâr, Hansa, Sâdi gibi beğendiği ve saygı duyduğu şairleri, Şerif Muhiddin Bey gibi musikişinasları zikretse de, daha çok bu gruba eleştiriler yöneltir. Çünkü sanat adına, edebiyat adına ortaya bir şey koyamayan bu insanlardır.

Âsım’da şiirimizin dününü ve bugününü masaya yatıran Âkif, toplumun kalkındırılmasında din adamlarıyla birlikte sanatkârların da görevlerini yerine getirmesini ister:

O muazzam, o yaman şâir-i dâhîyi zaman,

Çıkarıp vermemiş âgûşuna yurdun el’ân.

Rûh-u millîmizi tatmîn edemezmiş bir edîb,

Gelmeden sahne-i eyyâma o dâhî-i mehîb. (s.440)



Sanatı bir bütün olarak gören Âkif, bizim gibi sanata düşkün toplumlarda bilinçli sanatkârların daha etkili olabileceğine inanır. Bizde sanatçı sayısının olması gerekenden az olmasını geçmişimizle ilgilendiren şair, bizde ilim ve sanat adamlarının yetişmeyişini ise, bu gruba gereken değeri vermememizle izah eder:

Garb heykel dikiyor nâmına ehl-i hünerin,

Sökeriz bizse mezar-tâşını bî-çârelerin.

Fuzalâ Garp’te binlerle sayılmakta iken,

Kadr ü kıymetleri âsûdedir eksilmekten;

Bizde yüzyılda bir âdem yetişirken, o bile,

Hiç mazhar olamaz zerre kadar tebcîle. (s.535)



V. Safahat’ta Sanata Ait Unsurlar

Va. Mimarî: Mimarîyi bir mâbetten hareketle anlatmaya çalışan şair, dinin geliştirdiği medeniyete örnek olarak mimarîyi gösterir. Böyle bir mimarînin kubbesi, penceresi ve kapısı din ve din etrafında şekillenen düşünce sistemleri etrafında anlatılmaya çalışılır:

Yatarken yerde ilhâdiyle haşr olmuş sefîl efkâr,

Yarıp edvârı yükselmiş bu müthiş heykel-i ikrâr.

Siyeh-reng-i dalâlet bir bulut şeklinde mâzîler,

Civârından kaçar, bulmaksızın bir lâhza istikrar;



Bu bir ma’bed değil, Ma’bud’a yükselmiş ibâdettir;

Bu bir manzar değil, dîdâra vâsıl mevkib-i enzâr. (s.5-6)



İkinci Safahat’a ismini veren Süleymaniye Kürsüsü isimli eserinin başında Süleymaniye Camisini önce mimarî özellikleri ile tanıtır. Bu eser, dış görünüşüyle ilmin ve îmanın sembolüdür. Onu seyretmek bedii zevklerimizin tatmin olması için yeterlidir. O semavî yuva asırlarca karanlıklara ışık saçmıştır. Süleymaniye Camisi medrese ile iç içedir. Bu yüzden ilmin sembolüdür. Dinî mimarîyi, insanın uhrevî tarafını zenginleştiren bir unsur olduğunu vurgulayan Âkif, bu kutsal mâbetlerin sadece ibâdet yapılan yerler olmadığını, insanın kendini ve kâinatı tanımasını da sağladığını söyler:

Sanki Mevlâ, mütefekkir, kocaman bir beyni,

Açıvermiş bize, göstermek için her yerini.

Görüyor şimdi nazar girdi mi derhal içeri:

Aynı eb’ad ile tesbît edilen kubbeleri.

Avlun sâha-ı uryânına bin sâye-i nûr

Döşeyen bunca kemerlerle sütunlarda, vakûr

Bir tenâzur yoruyor görmek için irkileni.

Yalınız iç kapının üstüne yükseltileni,

Mutlaka medhali göstermek için olmalı ki-

Bir siyâk üzre atılmış, sıralanmış öteki

Kubbelerden daha yüksek, daha vâsi’ duruyor. (s.258-159)



Süleymaniye Camisi’nde kollektif bir ruh bulan şair, bu düşüncesini veciz bir şekilde ifade eder:

Karşıdan gördüğümüz heykel-i nûrânûrun

Göreceksin o harîmin ebedî zıllinde,

San’atın ruhunu sayyâl bulut şeklinde (s.157)



Ancak bugün bu güzel mabetlerin yapılış amacına uygun olarak değerlendirilmemesinden rahatsız olan Âkif bu eserlerin gayesine uygun bir şekilde kullanmasını bilen insanla güzel olacağı kanaatindedir. Bu kutsal mabetlerin dışında, estetiği olan bir mimarîden bahsetmemiz mümkün değildir. Berlin Hatıraları isimli eserinde Alman mimarîsinin insanın hayatını nasıl kolaylaştırdığını gören Âkif, bizde böyle bir mimarînin olmayışını diğer sahalardaki başarısızlığımıza bağlar. Çünkü ona göre sanat, diğer unsurlarla ahenkli bir bütün meydana getirdiği zaman amacına ulaşır. Bizde durum çok farklıdır:

Zamane şi’rine benzer zemin-i tertîbi:

Zalâm içinde mebâdîsi, müntehâsı gibi. (s.332)



Âkif sanatı önce maddî tarafıyla ele alır. Alman sanatı bunun iyi bir örneğidir. Maddî problemi olmayan sanat, insana da hayata da daha iyi hizmet edebilir. Bu yüzden diğer sanatlarımız neyse mimarîmiz de odur. Dinî hayatımızı kolaylaştırmak maksadıyla muhteşem dönemlerde yapılmış, muhteşem eserlerden başka bugünün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir mimarîden söz etmek mümkün değildir.

Vb. Musiki: Safahat’ta görülen sanata ait unsurlardan ikincisi musikidir. Tıpkı mimarîde olduğu gibi, musikide de bir kolektif taraf arayan Âkif, Allah’ın nûrunun ve sırlarının musikinin her nâmesine ve her zerresine intikal ettiğini söyler:

Her zerrede âheng-i celâlin duyulurken

Her nağmede binlerce lisan nâtık olurken,

Cilvendeki esrâr nasıl kalmada muzlim?

Ey nûr-i ulûhiyyetinin zılli avalim! (s.23)

Âkif’in klâsik musikiyi çok sevdiğini, hatta ney üflediğini biliyoruz. Güfteleri çok ağır olan şarkıları bile hafızasında saklayan Âkif’in birçok ilahiyi ezbere bildiğini, mevlit mesnevîsini çok sevdiğini,7 güzel sesle okunan Kur’ân dinlemekten hoşlandığını ona yakın olanlardan öğreniyoruz.8 Buna rağmen Âkif, Türk musikisinin bir yes ve hüzün musikisi olduğu kanaatindedir:

Meğer, bu haybetin altında kıvranırken ben,

Kopar kopar da gidermiş o lîme lîme diyar!

Dönünce arkama, baktım: ne yer durur, ne de yâr

Yabancı ellere geçmiş, birer birer, hepsi;

Kalan şu kubbede, hâsir bir ümmetin ye’si!

-O ye’si inletiyordun, değil mi, ûduna sen?

-Değil ki ûdu, bütün kâinatı inletsen,

Figana söyletebilmek bir ıztırabı, hayal!

Diyordu şairi Hind’in o feylesof İkbâl:

“Heyecana verdi gönülleri,

Heyecanlı sesleri gönlümün;

Ben o nağmeden müteheyyicim:

Ki yok ihtimali terennümün.”

Benim de kalb-i harâbımda duyduğum hicran,

Henüz duyulmadı mızrabımda lisânından. (s.514)



Yukarıya bir bölümünü aldığımız Gölgeler”de yer alan Sanatkâr isimli şiirinde Klâsik Türk musikisini ûd ile sembolleştiren Âkif, ûdu viyolonsel ile karşılaştırarak, Türk insanının hissiyatını musiki ile yansıttığını ifade eder.9 Diğer sanat kollarında olduğu gibi, musikide de sosyal bir faydanın peşine düşer. Âkif zaman zaman musikiyi devri yansıtan bir unsur olarak görür ve mimarî ile mukayese eder: “Hafız Kemal’in sesinde Sultan Süleyman devri var; bu seste kubbeler, sütunlar yükseliyor.” (Kuntay 1997: 231)

Vc. Resim: Âkif’in Safahat’ında görülen sanata ait unsurlardan biri de resimdir. Manzum bir hikâye olan Mahalle Kahvesi isimli şiirde tasvir edilen mahalle kahvesinin duvarlarındaki resimler sanatkâra geçmişle ilgili birçok şey düşündürür:

Duvarda türlü resimler: alındı Çamlıbeli,

Arab Üzengi’ye çalmış Şah İsmail gürzü;

Ağaçta bağlı duran kızda işte şimdi gözü.

Firaklıdır Kerem’in “Of!” der demez yanışı,

Fakat şu “Âh min-el-aşk”a kim durur karşı?

Gelince Ezrakabânû denen acûze kadın,

Külüngü düşmüş elinden zavallı Ferhâd’ın!

Görür de böyle Rüfâî’yi: elde kamçı yılan,

Bakındı bak Hacı Bektaş’a: Deh demiş duvara!

Resim bitince gelir şüphesiz ki beyte sıra

Birer birer oku mümkünse, sonra mânâ ver…

Hayır, hülâsası kâfi, yekûnu ömre sürer:

Bedâheten kusulan herze-pâreler ki düşün,

Epey zaman daha lâzımdı herze olmak için! (s.121)

Yukarıdaki mısralar Doğu kültüründe inançların, kahramanlıkların, aşkların sembolleştiği resimlerle o resimlerin altına yazılan şiirleri kastediyor. Âkif Böyle bir yaklaşımı doğru bulmuyor. Onları resimle sembolleştirmek ve kalıplarla ifade etmek şaire çok cansız geliyor.10

VI. Sonuç

Safahat’ta sanat, sanatçı, sanat eseri, bizdeki güzel sanatların durumu, sanat-ilim, sanat-din, sanat eğitim ilişkisi konularındaki değerlendirmelerden sonra, Safahat’ta yer alan sanat ile ilgili düşünceleri şu ana başlıklar altında toplamak mümkündür:

İki-üçyüz senenin ihmali milletimizi böyle hissiz bırakmıştır. Bu durum “melez” ve “piç” bir sanatı benimsememize sebep olmuştur. Bu taklitten kurtulmamız için sanatımızı millî zevk ve çizgilerle bezememiz gerekmektedir.
Geçmişten günümüze ne sanat adına ne de sanatkâr adına millî bir miras bırakılmamıştır. Sanatta her şeyden önce millî bir kimlik ve kolektif bir ruh olmalıdır. Bunu kısmen Osmanlı mimarisi başarmıştır.
Sanatın sadece eğlence tarafının peşine koşmak yanlıştır. Bizde özellikle görsel sanatlar bu şekilde değerlendirilmiştir. Millî çizgisi belli olmayan böyle sanatlar, sürekli değişkenlik gösterir; güç kimdeyse ona hizmet eder. Oysa her dönemde bize hizmet edecek sanata ve sanatkâra şiddetle ihtiyacımız vardır.
Asır artık değişmiştir. Bu asırda sanat vasıtasıyla insanımıza ve hayatımıza daha fazla hizmet etmek mümkündür.
Amaçsız bir sanat ve estetik olamaz. Sanatın mutlaka gayesi olmalıdır.
İnsanımıza faydası olmayan bu sanat anlayışını değiştirmeliyiz. Bunun ilk şartı eğitimdir. Hayatı, dünyayı, dini, insanlığı doğru algılayabilmenin ilk şartı eğitimdir. Bunun için iyi eğitilmiş sanat adamlarına ihtiyaç vardır.
Bir milletin gerçek manada kalkınması için, din adamlarıyla birlikte, ilim ve sanat adamlarına da önemli görevler düşmektedir.
Milletimizin gerçek kurtuluşu, içinde kolektif bir ruh ve insanî bir gaye bulunan sanat vasıtasıyla olacaktır.


Kaynaklar
ABDULKADİROĞLU, Abdulkerim-Nuran. (1990), Mehmed Âkif Ersoy’un Makaleleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
AKTAŞ, Şerif. (1996) “Millî Romantik Duyuş Tarzı ve Türk Edebiyatı-II”,Türkiye Günlüğü, S.39, Mart-Nisan.
ERSOY, Mehmet Âkif, (1990) Safahat –Edisyon Kritik- (Yayına Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
ERSOY, Mehmet Akif. (1977) Safahat, (Yayına Hazırlayan: Ömer Rıza Doğrul), İnkılâp ve Aka Basımevi, İstanbul.
FİLİZOK, Rıza. (1986) “Mehmet Âkif’in Batı Medeniyetine Bakış Tarzı”, Ölümünün Ellinci Yılında Mehmet Âkif, Marmara Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
KUNTAY, Mithat Cemal.(1997) “Bir Ezan”, Mehmet Âkif, Timaş Yayınları, İstanbul.
ÖZTUNA, Yılmaz. (1990), Büyük Türk Musikisi Ansiklopedisi II, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
YETİŞ, Kâzım. (1992) Mehmet Âkif’in Sanat ve Edebiyat Hayatından Çizgiler, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara.




(Afyon Kocatepe Üniversitesi

Sosyal Bilimler Dergisi,

Cilt: VIII, Sayı: I, Haziran 2006, s.1-17.)




1. M. Ertuğrul Düzdağ, edisyon kritik yaparak yayına hazırladığı Safahat’ta, kitabın ismi ile ilgili olarak şöyle der: “İlk kitaptaki şiirlerden bir kısmı daha önce Sırâtımüstakîm dergisinde yayınlanırken “Safahât-ı Hayattan” genel başlığı altında çıkmışlardı. (..) Bu başlık daha sonra “Safahat” şeklinde kısaltılarak, bütün külliyat için genel bir isim olarak kullanılmış, ancak ikinciden itibâren bütün ciltler ayrı ayrı adlar taşımışlardır.” Ersoy 1990:XIII)

2. Mehmet Âkif’in sanat ve edebiyat anlayışını ortaya koymayı amaçlayan çalışmalar içerisinde, Kâzım Yetiş’in Mehmet Âkif’in Sanat – Edebiyat ve Fikir Dünyasından Çizgiler isimli çalışması en kapsamlı olanıdır. (Yetiş 1992) Daha çok makalelerinden hareket edilmiştir. Bizim bu çalışmamız, Safahat’ta yer alan sanat ve edebiyata ait düşünceleri tespit etme amacı taşıdığı için, tahlilden kaçınıldı ve zorunlu görülen açıklamalar dipnotlarda verildi. Tespitlerimizi, ana başlıklarıyla sonuç bölümünde özetledik.

3. Bu çalışmada Safahat’ın aşağıda açık kimliğini verdiğimiz baskısı esas alınmıştır. Metin içerisinde verdiğimiz sayfa numaraları eserin bu baskısına aittir: Mehmet Akif Ersoy, Safahat, (Yayına Hazırlayan: Ömer Rıza Doğrul), İnkılâp ve Aka Basımevi, İstanbul 1977, LXXII+599 s.

4. Mekke Emiri Şerif Haydar Paşa’nın oğlu olan Şerif Muhyittin Bey (Targan 1892-1967), aynı zamanda bir musiki üstâdıydı. Konser vermek için gittiği Amerika^da sekiz yıl kalan Muhyittin Bey, Irak Devlet Konservatuarını kurdu ve 13 yıl yönetti. İstanbul Belediye Konservatuarı Sanat Kurulu Başkanlığı da yapan Muhyittin Bey, sanatçı Safiye Ayla ile evliydi. (Öztuna 1990:377)

5. Âkif, Sebilü’rreşad ve Sırat-ı Müstakim’de “Edebiyat Bahisleri” adı altında yayımladığı yazılarında öncelikle edebiyatımızın dünü ve bugünü üzerinde durur. Sırat-ı Müstakim’de 17 Eylül 1325 tarihinde yayınlanan “Mukallitliği de Yapamıyoruz” isimli yazısında bugünkü edebiyatın taklitten öteye geçemediğini, hatta taklidi bile tam manasıyla beceremediğimizi söyler. Bu yüzden İslâm sonrası Arap edebiyatından istifade edemediğimiz gibi, bugün de Batı edebiyatından gerektiği gibi faydalanamadığımızı ve edebiyatımızın bundan zarar gördüğünü belirtir. (Abdulkadiroğlu 1990:4-7)

6. Rıza Filizok “Âkif’in Batı Medeniyetine Bakış Tarzı” isimli makalesinde, “çalışma, zaman şuuru, aktif insan, ilim, fen, maarif” gibi unsurların, sanatkâr tarafından batılı insanın müspet tarafları olarak görüldüğünü belirtir. (Filizok 1986:53-66)

7. Bir sabah ezanında sesini işitip sonradan dost olduğu Edirne Selimiye Camisi Müezzini Bursalı Hafız Emin’e Mevlitlerde okusun diye “Naat”ler yazdığını, hatta Peygambere hürmetinden “makta” beyitlerini koymadığını, hakkıyla anlatamadığını düşünerek her Mevlitten sonra yazdığı şiirlerini yırttığını, dostu Mithat Cemal Kuntay’dan öğreniyoruz. (Kuntay 1997: 224-227)

8. Şerif Muhyittin’e gönderdiği 15 Kânunusani 340 (1924) tarihli mektubunda musikiye olan aşinalığını anlıyoruz: “Geçen geceki musiki âlemine bayıldım. Yalnız Hafız Kemali bilemedim. Bizim vedâ gecesi gelip Mevlit okuyan Hafız Kemal mi, yoksa başkası mı? Ben Mısır’da bu gibi âlemlerden mahrumum. Yalnız, arasıra, hafızları dinliyorum. …İnşallah İstanbul’a avdetimde yeni birikmiş nefîs âsârımızı dinleyeceğim ve onları dinlemedikçe “Âsım”ın alt tarafını okumayacağım.” (Ersoy 1977: LXI)

9. Âkif’in Şerif Muhyittin’in Çamlıca’daki köşküne ney ziyafetleri için sık sık uğradığını hatta Neyzen Tevfik’ten ney dersleri aldığını, bu işi yaparken çok zorlandığını dostlarına yazdığı mektuplarından ve dostu Mithat Cemal Kuntay’dan öğreniyoruz. (Kuntay 1997: 228-237)

10. Âkif şiirlerinde de resimden istifade etmiştir. Ancak onun tabiatı algılayışı diğer sanatkârlardan farklıdır: Ömer Rıza Doğrul bu konuda şu önemli tespiti yapar: “Eşyaya görerek bakar: şekilleri, renkleri, gözündeki hafıza ile görür ve gördüğü eşyanın çehresini tek çizgi, tek renk halinde yakalayıp gösterir. Resim yaparken “kısa” olmayı bilir. Âkif resimde hâkim çizgiyi yakalayan ressamdır. Rûh vak’aları bile Âkif’te resimdir.” (Ersoy 1977: XXVII); Mithat Cemal Kuntay’ın da değerlendirmeleri bu yoldadır. Kelimelerle resim yaparken “kısa” olmayı bildiğini, renkleri “damla” gibi kullandığını söyler. Bu yüzden tabiat manzaralarının ötesinde ruh vakalarını da şiirin imkânları içerisinde resimleştirir: “Tasvirde şahsîleşen bir kudreti var. “Âsım” ismindeki altıncı Safahat’ta Türk edebiyatına resimler, heykeller verdi; işaret kadar küçük kelimelerle resimler, karar mermerleriyle heykeller. Âkif, altıncı Safahat’taki pehlivan tasviriyle sanatta insan vücudunu bulandır; ondan evvel çıplak vücudu kimse yazmadı. Ve o, Rilke’nin dediği adamdır: “Surface’i buldu; muhtelif renk ifadelerini taşıyan insan vücudundaki Surface’i …” Başka şairler gibi çehrede durmadı; vücudu aradı; hayatın yüzden daha çok olduğu vücudu!.. Altıncı Safahat’ta “Âsım”ı güreştirirken, Âkif insan vücudundaki “nâmütenâhi”yi tadan, kavrayan ve imkânın son çizgileriyle gösteren ilk Türk şairidir. Bu tasvirin karşısında duyduğum hayret, senelerden beri hergün yenidir.” (Ersoy 1977: 345-346)